Hans-Lukas Kieser
- İsviçreli tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Hans-Lukas Kieser, “Türkiye’de demokrasi ancak kuruluş tarihi, özellikle Lozan Konferansı, derinlemesine ve yapıcı-eleştirel bir şekilde analiz edildiğinde başlayabilir” dedi. Kieser, “Türk milliyetçiliği, kendilerini liberal veya solcu olarak tanımlayan birçok kişi için de derinlere kök salmıştır. Gerçekle yüzleşmeleri gerekir” diye ekledi.
- Lozan’dan sonraki tüm süreci de göz önünde bulundurmak gerektiğini ifade eden Kieser, “Eğer demokrasi, seçimlerin çok ötesine geçen kapsamlı anlamıyla merkezi bir kriter olarak kabul ediliyorsa, o zaman Lozan’ın demokrasiyi imkansız kılan ya da zorlaştıran mirası gerçekten adlandırılmalıdır. Demokrasi isteyenler, Lozan Antlaşması’nı tarihsel bir bütünlük içinde sorgulamaya hazır olmalıdır” dedi.
ÖZGÜR BARIŞ DEMİR/BASEL
PKK’nin fesih ve silah bırakma kararı aldığı 12. Kongresi’nin sonuç bildirgesinde Lozan Antlaşması’na dair yaptığı atıf tartışma yaratmıştı. “Demokrasi Öldüğünde: Kalıcı Lozan Barışı!” kitabının yazarı, geç dönem Osmanlı ve modern Türkiye tarihi üzerine önemli araştırmalar yapan tarihçi Hans-Lukas Kieser ile Lozan’ı ve günümüze kadar devam eden etkilerini konuştuk. Türkiye’de demokrasinin ancak kuruluş tarihi, özellikle Lozan Konferansı’nın derinlemesine ve yapıcı-eleştirel şekilde analiz edilmesiyle mümkün olabileceğine dikkat çeken Kieser, demokrasi isteyenlerin Lozan Antlaşması’nı tarihsel bir bütünlük içinde sorgulamaya hazır olması gerektiğini vurguladı. PKK’nin kongre sonuç bildirgesinde Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’nın Kürtler açısından olumsuz bir gelişme olarak değerlendirmesinin, o tarihten itibaren etnik Türk devlet kimliğinin vurgulanmaya başlanması ve merkezileşmenin hızlanmasıyla ilişkili olduğunu belirten Hans-Lukas Kieser, “Artık çoğulculuğa ve bölgesel özerkliğe yer kalmamıştı. Lozan, iç çatışmalarını demokratik yollarla çözemeyen, otoriter ama krizlerle sarsılan bir üniter devletin sembolü haline gelmiştir” dedi.
Eleştirel olmayanların tabusu
Türk diplomasi tarihinin Lozan Antlaşması’nı “Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası doğum belgesi olarak kabul ettiğini” belirten Kieser’e şöyle konuştu: “Kemal Atatürk’ün etrafındaki milliyetçiler için, Lozan Antlaşması, nitekim Nutuk’ta da okunabileceği gibi, yüzyıllar süren Osmanlı zayıflığının ardından Batı güçlerine karşı eşsiz bir başarıydı. Bu nedenle, eleştirel olamayan vatanseverler tarafından antlaşma abartılıyor ve tabu haline getiriliyor. Bu anlaşma, onlar için üniter, açıkça çoğulculuğa karşı olan Türk devletinin sanki kutsal kuruluş belgesidir. Ancak İslamcılar ve aşırı milliyetçiler, Lozan Antlaşması’nın Batılı güçlerle yapılan anlaşma için çok fazla fedakarlık içerdiğini, yani Musul gibi toprakları veya Halifelik gibi bir kurumu feda ettiğini her zaman eleştirmişlerdir. Halifeliğin kaldırılması da, dolaylı da olsa, Lozan Antlaşması ile bağlantılıdır. Ancak bu eleştirinin demokratik ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle ilgisi yoktur.”
Herkes yüzleşmek zorunda
Türkiye’de son 102 yıldır demokrasi çabalarına ve cesur bireylere rağmen, demokrasinin doğru dürüst gelişemediğini ve bunun toplumda genel olarak kabul gören bir gerçek olduğunu belirten Kieser, Türkiye’nin çoğunlukla yoksul ve güvencesiz bir yaşam süren insanlarla dolu, krizlerle boğuşan, dengesiz bir göç ülkesi olmaya devam ettiğini kaydetti. “Türkiye’de demokrasi ancak kuruluş tarihi, özellikle Lozan Konferansı, derinlemesine ve yapıcı-eleştirel bir şekilde analiz edildiğinde başlayabilir” diyen Kieser, şöyle devam etti: “Türk milliyetçiliği, kendilerini liberal veya solcu olarak tanımlayan birçok kişi için de derinlere kök salmıştır. Gerçek demokratikleşmenin önündeki engelleri oluşturan kendi öncüllerini sorgulamak zorlu ama çok değerli bir çabadır. Gerçekle yüzleşmeleri gerekir: 1923’te kurulan devlet demokratik bir yapıdan uzaktı; onun yerine otoriter ve üniter bir sistem benimsenmiş, yerli Türk olmayan topluluklara karşı ise dışlayıcı, milliyetçi politikalar uygulanmıştır.”
Gerçeğin ihanetle ilgisi yok
Türk devletinin Kürt halkının varlığını kabul etmesi ve müzakere masasına oturmasının Ankara’nın Lozan müzakerelerinde diğer yerli azınlıklara karşı da sergilediği inkar tutumundan uzaklaşmanın ilk adımı olacağını vurgulayan Kieser, “Bu tutum Türkiye’ye bir asırdan fazla zarar verdi. Gerçeğe ve gerçekliğe yaklaşmak, ihanetle ilgisi yoktur, aksine bu şekilde sağlıklı bir toplum ve devlet yapısına ulaşılabilir” dedi.
“Demokrasi Öldüğünde: Kalıcı Lozan Barışı!” kitabında Lozan’ın tüm hikayesini analitik ve eleştirel bir biçimde ele alan Kieser, bu hikayenin anlaşılmasının neden önemli olduğunu şöyle özetledi: “Kapsamlı krizleri ancak nedenlerini anlamaya hazır olduğumuzda aşabiliriz. Bunun dışındaki her şey fırsatçılık ve geçiştirmedir. Başka bir deyişle: düşünce tembelliğidir. Hayatın karanlık yüzünü görmediğiniz sürece bu yol izlenebilir ve rahat olabilir. Ama bu, ülkedeki diğer insanların sırtından geçinmek için kötü bir yoldur. Verimli bir ulusal birliktelik farklıdır. Demokratik ilkelere uyulmasını, şimdiye kadar ayrıcalıklara sahip olduklarını düşünen ve bunları kaybetmekten korkanlar da dahil olmak üzere herkesin kabul etmesini gerektirir.”
Yenilikçi senaryolar geliştirilmeli
Lozan Antlaşması’nın Türkiye’deki etnik milliyetçi, otoriter, lider merkezli, devlete bağlı, partizan ve yozlaşmış siyaset tarzına çok fazla alan bıraktığını belirten Kieser, şu değerlendirmelerde bulundu: “1920’lerin başında Batılı güçler Avrupa’daki krizlerle meşguldü. Fransa ve İngiltere, Suriye ve Irak’taki Milletler Cemiyeti mandalarıyla mümkün olduğunca sorun yaşamak istemiyordu. Bu nedenle, Milletler Cemiyeti ilkelerine -özellikle de küçük halklara daha önce vaat edilen haklara- ihanet etmek pahasına da olsa, Türkiye ile barış kaçınılmazdı. Günümüzdeki tartışmalar demokratikleşme adımları etrafında şekillenmelidir. Jeostratejik anlaşmalar ve hamleler artık ülkenin iç gelişmesini engellememelidir. İç ve dış politika birbiriyle uyumlu hale getirilmelidir. Lozan Antlaşması sadece Türkiye’yi değil, komşularını da ilgilendirdiğinden, eleştirel tartışmalar her zaman sınır ötesi etkileşimi de dikkate almalı ve yenilikçi senaryolar geliştirilmelidir.”
Öncelik demokratikleşme değildi
Lozan Antlaşması ve ona giden süreci anlamak için tüm geç Osmanlı dönemi, özellikle de İttihat ve Terakki’nin son yıllarının -Kieser’in Türk ulusal devletinin ilk kuruluş aşaması olarak adlandırdığı dönem- dikkate alınması gerektiğini söyleyen Kieser, bu noktada şunları aktardı: “Ankara hükümetinin neredeyse tüm kadrosu, çoğu Talat Paşa’nın ekibinden olan eski İttihat ve Terakki adamlarından oluşuyordu. Lozan’da imzalanan barış, 1919-1922 değil, 1912-1922 arasındaki savaş döneminin ardından gündeme gelmişti. Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın derin krizini göz önünde bulundurmak gerekir. Barış müzakerelerinin öncelik listesinde Türkiye son sırada yer alıyordu. Batılı güçler için, Osmanlı sonrası dünyada sağlıklı veya demokratik bir gelişme değil; mümkün olduğunca düşük maliyetler ve jeostratejik, hammadde çıkarlarının korunması önemliydi.”
Ne başarı ne demokratikleşme
Ayrıca, Lozan’dan sonraki tüm süreci de göz önünde bulundurmak gerektiğini ifade eden Kieser, şöyle devam etti: “Bu tarih ne bir başarı öyküsü ne de bir demokratikleşme öyküsüdür. Ankara hükümeti, jeostratejik önemini kullanarak defalarca başarılı olmuştur. Ancak bu başarılar, Kemalist diktatörlükten sonra krizlerden krizlere, darbelerden darbelere uzanan bir süreçte elde edilmiştir. Eğer demokrasi, seçimlerin çok ötesine geçen kapsamlı anlamıyla merkezi bir kriter olarak kabul ediliyorsa, o zaman Lozan’ın demokrasiyi imkansız kılan ya da zorlaştıran mirası gerçekten adlandırılmalıdır. Demokrasi isteyenler, Lozan Antlaşması’nı tarihsel bir bütünlük içinde sorgulamaya hazır olmalıdır.”
Demokrasi ufukta
52 yıllık Baas rejimi yıkıldı, İsrail-Gazze hattında büyük insanlık dramları yaşandı, ABD’nin başına ödül koyduğu Ahmed el-Şara ile Donald Trump el sıkıştı. Tüm bu değişimlerin Ortadoğu tarihi açısından anlamını ise Kieser “Gelecek tamamen açık” diyerek, İsviçre örneğiyle şöyle sonlandırdı: “Üzücü ve tehlikeli gelişmelerin yanı sıra, uzun vadede iyiye doğru -yani demokrasiye yönelik- adımlar da atılıyor. Bazen aklıma, derin krizler, dini kavgalar ve kanlı savaşlarla dolu Orta Çağ’ın sonu ve erken modern dönemdeki Avrupa geliyor. O zamanlar İsviçre Konfederasyonu kurulmuştu. Başlangıçta sadece şehirler ve vadiler arasında barış anlaşmaları yapılıyor, barış ve düzenin hakim olduğu özerk bölgeler oluşturuluyordu. Bundan bir İsviçre devleti ve iç barışın hakim olduğu sağlam bir siyasi kültür ortaya çıktı.”
* * *
Prof. Dr. Hans-Lukas Kieser, geç dönem Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı sonrası Ortadoğu’nun bölgesel ve küresel tarihi üzerine yaptığı araştırmalarla uluslararası alanda tanınmış bir tarihçidir. Zürih ve Newcastle üniversitelerinde görev yapan Kieser, özellikle “Talat Paşa: İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı” adlı eseri ve Ermeni Soykırımı üzerine yaptığı çalışmalarla tarih yazımına önemli katkılarda bulunmuştur. Akademik arşiv kaynaklarına hakimiyetiyle tanınan Kieser’in son kitabı “Demokrasi Öldüğünde: Kalıcı Lozan Barışı!” Cambridge Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu kitap, dünyadaki saygın üniversitelerin Ortadoğu çalışmaları bölümlerinde kaynak olarak gösterilmiştir.